Dalya

Film şehrim Ayvalık ( 1 ) …

Ahmet, akşam yemeğini yemek istememişti bu gece, Duygu da şaşırmamıştı bu duruma zaten. Ne

zaman özel bir gün ya da gece olsa yemek yiyemezdi. Çocuklar bu durumdan biraz endişelense de Duygu ses çıkarmadı. “Midesine vurmuştur yine” dedi çocuklarına. “35 yıllık kocamı tanımaz mıyım? O yemeden durabilir ama benim yemem lazım. Gecenin sonuna kadar duramam ben” diye düşündü ama kendisi de yiyemedi. Takıldı boğazına lokmalar sonra birden aynaya doğru koşup rujunun silinip silinmediğini kontrol etti. Şükür silinmemişti! Sevindi.

O sabah uyandıklarında Ahmet, Duygu’ya akşama erkenden hazır olmasını, kimse gelmeden, erken gitmelerinin daha iyi olacağını sıkı sıkı tembih etmişti. Duygu şarap rengi tayyörünü giymeye ve siyah tüllü şapkasını takmaya karar vermişti. Kendisi de en çok sevdiği takımını giyecekti hatta giymişti bile. Kocaman olmuş çocuklarına erken gelmeleri konusunda ısrar etmedi, her zamanki gibi. Ne de olsa sırf bu gece için onca yoldan gelmişlerdi. Biraz dinlenebilirlerdi hem de Duygu’yla yol boyunca da olsa yalnız kalmayı ve bir de kimseye belli etmese de heyecanının yatıştırmayı umuyordu.

Çıkmadan koridorda içinden duasını etti. Allah’tan bu gece de kendisini utandırmamasını, mahcup etmemesini istedi. Sonra ellerine baktı ve kendi kendine gülümsedi. Ellerinde bir an çocukluğunu gördü, sevindi ama yine de kendine nazar değdirmemek için “18lik delikanlıların elleri gibi çok şükür.” diye düşündü. Ellerinin sekiz yaşındaki hali yerine onsekiz yaşındaki hali için dua etmek bir çeşit oyundu onun için. Özellikle sekiz yaşına nazar değsin istemezdi. Onun için çok önemli olan anahtarı eline aldı sonra yazısını koyduğu cebini yokladı, paltosuna uzandı, hiç acele etmeden giymeye başladı. Sıra kaşkolüne ve şapkasına gelecekti. Duygu da hazır olduğunda çıkabilirlerdi. Duygu da hazırdı hatta torunu bir de hafif ruj sürmüştü dudaklarına. Çocuklarla sonra görüşmek üzere sözleşip çıktılar. Yürümek istedi ikisi de, salon fazla uzak sayılmazdı zaten. Eh, hava da güzeldi! Ahmet sıkı sıkı Duygu’nun elini tuttu, Duygu’nun da içi titredi. İkisi de sanki salona ilk defa gidermişçesine yürümeye başladılar. İkisinin de kalbi küt küt atmaya başladı. Yolda birkaç arkadaşlarına rastladılar. Kapıya geldiklerinde iyice heyecanlandılar, Ahmet bir ara içeri giremeyeceğini sandı.

İçerde evlatlarından birisiymiş gibi sevdiği çırağı Efe ve organizasyon komitesinden başka kimseler yoktu. Efe alt katta onları görünce “ Ustam, onur konukları hep en son gelir derler yoksa bu gecenin onur konuğu sen değil misin?” diye gülerek sordu. Ahmet de ” Alışkanlık. Sağolsun Rahmi Başkan ve kasabalılar bu geceyi benim içinde düzenliyorlar ama senin de bildiğin gibi bu salona hep erken geldim Efe çırağım.” Diye keyifle cevap verdi. Ahmet ve Duygu önde, Efe arkada salonun arkasındaki merdivenlerden yukarı çıktılar. Ahmet cebinden anahtarını çıkardı, sanki her zamanki gösterdiği özenle usulca kapıyı açtı. Ebat olarak küçük ama kendisi, Duygu, Efe ve hatta herkes için büyük olan odaya girdiler. Efe, Ahmet’in paltosuyla Duygu’nun mantosunu alıp asıverdi ve kenara çekilip her zaman yaptığı gibi ustasını seyretmeye başladı ama bu sefer O da heyecanlıydı.

Bu sırada Ahmet de eski ve en yakın dostuna baktı. Karşısındaydı işte en yakın dostu. Her zaman yaptığı gibi konuştu onunla. ” Bu gece ” dedi, “Önemli! Rahmi Başkan, yönetim, neredeyse artık şehir kadar büyümüş olan kasabanın tüm halkı ve 100 yıllık dostlarının hepsi burada. Sen buradasın, ben buradayım, Duygu burada, Efe burada, çocuklar burada! Zamanında başka kardeşlerin ve arkadaşlarınla da çalıştım, dostluk kurdum, yarenlik ettim. Uzun zamandır da seninle çalışıyorum, biliyorsun. Bu gece de yine seninleyiz dost.” Dedi. Gösterim için ilk sıradaki şeridi aldı, hafifçe öptü ve makineye taktı. Tam bu sırada çocuklar arayıp gelmek üzere olduklarını haber verdiler, ayrıca organizasyon ekibi de son hazırlıklar için onlarla konuşmak istiyordu. Ahmet Duygu ve Efe’den bu işlerle ilgilenmelerini rica etti. Onlar merdivenlerden inerken Efe’nin ardından baktı bir süre. Efe, kasabanın çocuklarındandı. Yakınlardaki bir şehirde sinema televizyon üzerine eğitim aldığından fırsat buldukça Ahmet’e yardıma gelirdi. Belediyenin Kültür – Sanat Bölümü’nde stajerdi. Yirmilerinin başında bir genç olmasına rağmen, Ahmet bu gece Onu kendi ellerine baktığında gördüğü yedi – sekiz yaşlarındaki çocuk olarak gibi gördü. Çocukluğunu bir kez daha karşısında görünce iyice duygulandı, gözleri buğulandı. Dikkatini toplamak için hemen film şeritlerini kontrol etmeye başladı ama şu anda kendi hayatı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu.

“ Bu merdivenlerin dili olsa da anlatsalar” diye düşündü. Bu merdivenleri – üç sefer hariç – 50 yıldır kaç defa inip çıktığını hatırlamıyordu bile.

Doğal olarak Ahmet’in, ilk seferinde, en değerli yaşı olan sekiz yaşında kimseye haber vermeden bu merdivenlerden çıkma nedeni bu büyülü dünyayı merak etmesiydi. Dünyayı, yeni yerleri ve insanları merak ederdi hep üstüne üstlük çok sevdiği ve birkaç sene önce rahmetli olan dayısı Ahmetlere sinemanın büyüsünden de bahsetmişti. Dayısına göre filmler de bir bakıma romanlar gibiydi, bilmediğin dünyaları ziyaret edebiliyor, yeni insanlarla tanışabiliyordun. Dayısı romanları, filmleri, müziği ve dans etmeyi severdi. Şehirde yaşardı. Ne zaman onlara gelse pikabını ve yeni aldığı plaklarını varsa yine yeni çıkan birkaç romanı da getirir, Ahmet ve annesiyle birlikte dans eder, son izlediği filmlerden bahseder hatta onları canlandırırdı. Genelde getirdiği kitapları da Ahmetlerde bırakırdı. Bir seferinde ise Ahmetlere yeni bir pikap ve birkaç da plak hediye etmişti. Hediye getirilen pikap ve plaklar hakkındaki haberler kasabada hızla yayılmıştı. Neredeyse herkes Ahmet’e ne kadar da şanslı olduğunu söylüyordu. Ahmet’e göre ise dayısı yeni dünyaları keşfeden bir kahramandı. O da dayısı gibi yeni dünyalar keşfeden bir kahraman olmak istiyordu. Bu yüzden de kaptan ya da pilot olmaya karar vermişti belki de film dünyasında çalışırdı.

Dayısı, Ahmet ve annesinin aralarından su sızmazdı. Babasıyla dayısının ilişkisi de dayısının alttan almalarıyla sayesinde yürüyordu. Ahmet’e göre babası farklı birisiydi. Kimseyle kolay kolay ilişki kuramaz, geçinemezdi. Kasabaya sonradan gelen bir ailenin oğluydu, kendisini bir türlü buraya ait hissedemediğinden Ahmet’i ve annesini kasabada bırakıp iş için uzaklara gitmiş ve orada büyük bir trafik kazası geçirmişti. Kazadan sonra değil şehre gitmek, yola çıkmamak ve yollarda olmamak için neredeyse evden bile dışarı çıkmamıştı. Az konuşurdu, az gülerdi ama çokça şikayet ederdi. İçten içe Ahmet de kaza geçirecek diye korkardı. Bu yüzden de elinden gelse Ahmet’i okula bile göndermeyecekti. Annesi babasının hem bu tutumunu hem de diğer korkularını yersiz bulur, elinden geldiğince eşini bu korkularından vazgeçirmeye çalışırdı. O an kimse farkında olmasa da annesinin bu çabaları Ahmet’in ilerdeki işi için zemin hazırlamıştı çünkü Ahmet’in babası, kayınbiraderinin oğluyla olan yakınlığından haz etmezdi. Kayınbiraderinin oğlunu ondan koparacağını, dansı, filmi ve müziği seven, şehirde yaşamak isteyen birisi haline getireceği korkusuna kapılmıştı. Babası korkadursun Ahmet zaten başka dünyaları hep merak etmiş ve çoktan kendini bu büyüye kaptırmış makinistliğe giden merdivenleri çıkmaya başlamıştı bile! Neredeyse sekiz yaşına girecekti. Bir Cumartesi günü gizlice bu sinemaya gelmiş, doğruca merdivenleri çıkmış ve merakla kapıyı aralamıştı. Karşısında sonradan ustası olacak önceden hiç tanımadığı Şevki makinisti görünce hem korkmuş hem de heyecanlanmıştı ama kendinden de emin görünmek istemiş ve“ Yardım edeyim mi makinist ustam?” diye soruvermişti. Sonradan ustası olacak Şevki, bu meraklı ve yardımsever ( ! ) ufaklığa şöyle bir bakmış ve ” Makinist usta denmez” demişti. “ Ya makinist ya usta dersin. Sen bana usta de, böylesi daha iyi” demişti. İşte o günden sonra dile kolay tam elli yıl geçmiş Ahmet de usta olmuştu.

Hatırladığı İkinci sefer, ustasının onu eve götürmek için elinden tutup merdivenlerden indirmesiydi. Ahmet’i evine kadar getirmiş, Ahmet’in babasına karşı kasabaya sonradan gelen kişi kartını oynayarak babasıyla aralarında bir bağ kurmuş, sinemanın bir sanat olduğundan bahsetmiş ve Ahmet’in babasını ikna edebilmişti. Ahmet’i sinemaya ya annesi, kasabadaysa dayısı ya da ustası getirip götürmüşlerdi. Babası hiçbir zaman gelmemişti sadece Ahmet’in dayısına da biraz daha yumuşak davranmaya başlamıştı.

Zamanla sinema salonları kapansa da buradaki salon büyümüş ve sinema salonu ibaresinin yanına bir de kültür merkezi ibaresi eklenmişti. Bu kasabada kültüre değer vermek bir gelenekti, esastı. Belediyenin düzenlediği etkinlikler zaten ücretsizdi bir de siyasi görüşü ne olursa olsun her başkan döneminde başta belediye çalışanlarına, öğrencilere, yaşlılara ve engellilere film seansları ve ücretli olan diğer tüm özel etkinlikler ücretsizdi. Halkın kalanı da kendilerine indirim sağlayan Kültür Klübü kartına sahiplerdi.

Duyguyla da tanışmalarını sağlayan ve onları birlikte bu merdivenlerden çıkaran da bu Kültür Klübü kartı değil miydi zaten? Başka liselerde okumalarına rağmen sık sık Duygu’yu görürdü. Aşık olmuştu Ona. Yalnız bir türlü konuşamıyordu. Günün birinde Duygu da anne ve babası için Kültür Klübü kartı almaya belediyeye geldiğinde tesadüfen Ahmet de oradaydı ve böylece tanışmışlardı. Dünyada Ahmet’ten mutlusu yoktu. Makinist çırağıydı, pilot ya da kaptan olmak istiyordu. Müstakbel eşine de kavuşmuştu, Duygu’yu da yeni dünyalara götürecekti. Daha ne olsundu? Bir şey oldu; babası her zaman olduğu gibi uzaklara gitmesine izin vermedi. Ahmet bu durumu önceden tahmin etse de her zaman içinde bir umut taşımıştı yine de babasına kızmadı. Aslında uzaklar yakınlarındaydı, başka dünyalar da bir makara uzaklığındaydı. Üniversiteye gidememişti ama araştırmaya, okumaya ve makinistliğe devam etmiş, bol bol müzik dinlemişti. Duygusu’na yeni dünyaları bu şekilde getirmişti. Duygu da şikayet etmemişti bu durumdan çünkü “sevgi emekti.” Gerçek olan da buydu.

Sonradan, babası vefat ettikten sonra annesi ve ailesiyle birlikte yeni dünyalara gitmişti zaten.

Tam da bunlar gözünün önünden geçerken Efe’nin sesiyle irkilip bu dünyaya geri döndü. Tören başlamak üzereydi o yüzden de odayı Efe’ye bırakıp aşağıya inmesi gerekiyordu çünkü Türk sineması dalya, Ahmet de mesleğinde yarı dalya diyordu ve kendi deyimiyle Rahmi Başkan, belediye tarafından Türk Sineması dolayısıyla da kendisi için düzenlenen film festivalinde Ahmet’e plaket verecek ve kasaba halkına, sinema salonu ve kültür merkezi ibaresinin önüne Ahmet’in de adının ve soyadının ekleneceğini duyuracaktı. Başkanı bekletmek olmazdı!

27.Aralık.2017, OZM

Not: Bu öykümü aynı zamanda Mavikedi ( https://yazisiir.wordpress. com ) bloğumda da yayımladım.

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.