Elimde en büyük şallarımdan bir tanesi, üzerimde bir mont ve yamalıbohça desenli bir elbise, ayağımda düz çizmelerimle Cunda’nın bir o sokakığına bir bu sokağına girip çıkıyorum.Peşimden atlı mı kovalıyor? Hayır! Kaçıyor muyum? Yine hayır! Zamanın durduğu ve nefes alıp yaşadığının farkına varıldığı Cunda’da bir tek ben oradan oraya koşturup, hızlı hızlı hareket ediyorum.
Sonunda, en yüksek tepesine çıktım Ada’nn. Fotoğraf makinem yanımda yok ama önemli değil. Gördüğüm her şeyi en ince ayrıntısına kadar beymine yerleştiriyorum hatta gözlerimi kapayıp tarifi olmayan bu tabloyu beynime nakşediyor, havasını iyice içime çekiyorum.Sonra gözlerimi açıyor ve herşeyin kaybolup geriye sadece mavi ve yeşil kaldığını görüyorum. Ufuk çizgisiyle bir oluyor, hatta içinde kayboluyorum.Rüzgar saçlarımda, rüzgar yüzümde. Yakalamaya çalıştıkça kaçıyor.Canı oyun istiyor. Doğa’nın, buranın bir parçasıyım.Kendimi bir de Büyükada’daki Aya Yorgi Tepesi’ne çıktığımda böyle hissederim.
Rüzgar gel buraya lütfen! Rüzgar gelmek şöyle dursun elimdeki şalı alıp götürmek istiyor,üstüne bir de saçlarımı iyice dağıtıyor. “Peki, tamam! İstediğin gibi olsun rüzgar!” Ayvalık ve Cunda, kendimi hissettiğim iki yer. İşte o an yıllar önce kader hakkında okuduğum bir yazı aklıma ekliyor. Yazıda kaderimizde doğum ve ölümümüz gibi ana olayların belli olduğu ama diğer alanları seçimlerimizle şekillendirebileceğimiz yazıyordu. Ben de hep Ayvalığın hayatımda olmasını istemiştim, sadece belli dönemlerde gelip gittiğim bir yer değildi benim için. Ruhumun bir parçası bu topraklara aitti ve gün geldi dileğim gerçek oldu.
Ne kadar kalabalıklaşırsan kalabalıklaş, otobüs saatlerin değişse de, dolmuşların yerine minibüsler de gelse, has halin değiştirilmeye de çalışılıp daha bir şehir görüntüsü kazandırılmaya da çalışılsan farketmiyor Ayvalığım, fark etmiyor Cundam, Altınovam. Rüzgarın yeter!